KategoriDetay. Kategori: Türkülerimiz ve Hikayeleri Slaytları Slayt Sayısı: 8 Kategori İlk Paylaşım: 25.05.2015 Kategori Son Paylaşım: 22.05.2016 Galatasaray--Manchester United ebook ∣ Yaşanmış Gerçek Bir Maç Hikayesi--Galatasaray Gol Atınca Sevinçten Sesi Kısılan Fenerbahçeli Çocuk · Çok Satan Ali Cem Karadeniz Kitapları KaradenizGümbür Gümbür Gümeler / Kandıra Türküsü – 1. Kocaeli Kandıra Karadeniz Gümbür Gümbür Gümeler. TRT Repertuar No: 00093. Kaynak Kişi: Hayriye Anıl Derleyen: Mustafa Hoşsu. Notaya Alan: Mustafa Hoşsu. Kategori: Kandıra Türküleri Okumaya devam et. (1) Hulki Cevizoğlu (2) Hüseyin Laptalı (1) BirFeriha Kalender eseri olan Karadeniz'den Bir Hikaye Nana en cazip fiyat ile D&R'de. Keşfetmek için hemen tıklayınız! Ünye’de İz Bırakan Eşkıya ve Çete Reisleri – I. Yayınlanma Tarihi: 13 Nisan 2018 — okunma. M. Ufuk MİSTEPE mistepe@gmail.com. Osmanlı topraklarına göç eden ve sayıları yüzbinlerle ifade edilen muhacirlerden bir kısmı kanunsuz işlere tevessül ederek, birtakım problemlere sebep olmuşlardı. Aşağıda belge ve Vay Tiền Trả Góp 24 Tháng. Çok Şey Temel ile Dursun birlikte meyhaneye girerler. Birer rakı isteyip bir tek atarlar. Sonra ikincileri isterler... Bu sırada Temel sorar - Ula Tursin. Akluma takildu. İçi içi taha ne eder? Dursun - 4 eder uşağum. Rakılar gelir ikinci kadehleri de içerler. Birer tane daha isterler. Kadehler gelirken Temel yine sorar - Ula Tursin. Akluma takildu. Peçi tört tört taha ne eder? Çok Şey hakkında devamını oku » 3235 İlk Hafta Sıkabilir Temel ayakkabı mağazasına gidip yeni bir ayakkabı almış. Satış personeli "Beyefendi bilginiz olsun ayakkabı ilk bir hafta biraz sıkabilir" diye Temel'i uyarmış. Temel de ayakkabıyı alıp çıkmış. Aldığı ilk hafta da giymemiş. 20799 Bir Tane Daha Temel sahilde yürürken, ağzı mantarla kapatılmış bir şişe bulur. Merak edip mantarını çıkarınca birden içinden bir cin çıkar. Cin - Beni hapsolduğum bu şişeden kurtardın. Üç dilek hakkın var. Dile benden ne dilersen sahip! der. Temel - Cebimde param hiç bitmesin! der. Bir Tane Daha hakkında devamını oku » 3719 Temel Dersanede Temel ingilizce öğrenmek için dersaneye yazılmış. İlk derste genel olarak işlenecek konulardan bahseden öğretmen İngilizce "come" yani "gel" kelimesinden bahsetmiş. Temel dayanamayıp öğretmene sormuş - Öğretmenum peçi ha pu nasul iştur? "Come" yazayisun, "kam" okuyisun. Peçi "cel" olduğuni nerten anlayisun?... 18763 Pilav Lokantada bir adam garsona seslenmiş; "Bana bir pilav... Üzerine de et!" Temel biraç masa geride kedi kendine cık cık yapmış; "Ula garson" demiş. "Pana ta pilav ama üzerune etma!..." 18073 Sayfalar Eğitim Öğretim İle İlgili Belgeler > Çocuk Eğitimi > Çocuk Şarkıları, Şarkı Sözleri, Okul Şarkıları KARADENİZ TÜRKÜSÜ ŞARKISI ÇOCUK ŞARKILARI, ŞARKI SÖZLERİ, OKUL ŞARKILARI Dağlar gibi dalgaları Ben aşarım aşarım Takamın içerisinde Saray gibi yaşarım Yağmur yağıyor yağmurda Başıma tane tane Karadeniz uşağı da Dünyalarda bir tane Ben kemençe çalamam da Dayım darılır bana Bir horon havası vur da Kurban olayım sana “ÇOCUK ŞARKILARI, ŞARKI SÖZLERİ ” SAYFASINA GERİ DÖNMEK İÇİN >>>TIKLAYIN>>TIKLAYIN>>TIKLAYINYorumu uyyyy çok güzel da bu şarki trabzonda çok söyleni uşaklar ->Yazan ilix..>>>YORUM YAZ<<< Yalçın Çetinkaya Gazete Yazarı Abone Ol 27 Nis 2014, Pazar Paul Connerton, belleğin hâfızanın genellikle bireysel bir kabiliyet olduğunun düşünüldüğünü ama bununla birlikte kolektif bellek ya da toplumsal bellek hâfıza diye bir şeyin bulunduğu inancında olan düşünürlerin de vârolduğunu ileri sürer ve özellikle Maurice Halbwachs"ın eserleri içinde bu görüşün savunulduğunu yazmadığı, ama toplumların kendi hâfızalarında taşıdıkları, bazı halk hikâyeleri ve türkülerle korudukları bir "hâfızaları" olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda Anadolu"nun muazzam bir zenginliğe sahip olduğunu ve halk ezgilerinde, türkülerde gündelik hayata dâir, tarih kitaplarında da bulunamayacak pekçok bilginin yeraldığını düşünüyorum. Anadolu insanının acılarını, kederlerini, hüzünlerini, özlemlerini, sevinçlerini anlatan o kadar çok türkü vardır ki, bu sayede günlük hayatın en önemsiz gibi görünen detaylarını bile halk müziklerinden öğrenmek mümkündür. Meselâ bir Amasya türküsü, komşu köye gelin giden "Zilha Zeliha" adlı gelinin, at sırtında Kızılırmağı geçerken, bir kartalın gelinin atını ürkütmesi neticesinde nehre düşüp hayatını kaybetmesi, hem hazin bir olayı ve hem de o yörede bir düğün alayının nasıl meydana geldiğini anlatması bakımından önemlidir ve belki de o yöre halkının, "N"ettin Kızılırmak Zilha geline" türküsünü dinledikçe bu hazin olayı tekrar hatırlamasına katkı sağlamaktadır. Bu katkıyı sadece yöre halkına değil, halk müziği bilimi araştırmacılarının çalışmaları sayesinde bütün Türkiye halkına anlatarak da sağlamaktadır. "Allah Allah dedik ata bindirdik / Hayır dua ilen yola gönderdik / Kıble tarafından elden aldırdık / Nettin Kızılırmak allı gelini /Ah zilha gelini / Martin getir şu kartalı vuralım / Dalgıç getir şu gelini bulalım / Biz gelinsiz köye nasıl varalım/ Nettin Kızılırmak zilha gelini / Anam anam gülümü /Kızılırmak bırakmamış huyunu / Kurban ettik sürüleri koyunu / Göremedim güveyinin boyunu / Nettin Kızılırmak zilha gelini / Anam anam anam anam gülümü" sözleriyle türküde bir düğün-derneğin nasıl gerçekleştiği, bu olayın nasıl hüzünle neticelendiği ve huyunu bir türlü bırakmamış olan Kızılırmak ile yöre halkının nasıl sık sık hüzünlü olaylar yaşadığını öğrenmek mümkün. Sözkonusu türküyü ve buna benzer türküleri Cengiz Özkan"ın Kalan Müzik tarafından yayınlanan "Gelin" adlı albümden dinleyebilirsiniz.Anadolu türkülerinin hemen hemen tamamında yaşanmış bir olayın ayrıntıları gizlidir. Karadeniz türkülerinde, Rumeli türkülerinde, Ege türkülerinde, İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu türkülerinde buna benzer daha pekçok olayı hemen hemen bütün ayrıntısıyla öğrenmek mümkündür. Başta Selânik olmak üzere çok sayıda Balkan ve Rumeli türküsünde Balkanlar"daki savaşlara ve yaşanan acılara dâir hüzünlü hikâyeyi, acıları, sevinçleri, ayrılıkları öğrenmek mümkündür. Bu özelliği ile müzik, hem başlıbaşına bir bellek olma vasfına sahiptir ve hem de toplumun ortak hâfızasına ait bilgileri içinde barındırmaktadır. "Burası Muş"tur / Yolu yokuştur / Giden gelmiyor / Acep ne iştir" sözleriyle anlatılan Yemen savaşının hüzünlü hikâyesinden, Çanakkale Savaşı"ndan İstiklâl Savaşı"na kadar pekçok savaşın halk içinde nasıl karşılık bulduğunu, ne ayrılıklara, hüzünlere sebeb olduğunu türkülerimizden öğrenmek mümkün olduğu gibi, Osmanlı arşivlerinde yavaş yavaş ortaya çıkan bilgi ve belgeler sayesinde bazı fetihlerin hikâyelerine ve bu olayların detaylarına müzik eserlerinde rastlamak mümkündür. 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki amaçlar ile sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerezler kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz. Hamdi Tanses halk türkülerini gür sesiyle hem söyleyen hem derleyen hem de hikâyeleriyle birlikte kitaplaştıran Çepnili araştırmacı, yazar bir halk ozanıdır. Bugüne kadar halk türküleri üzerine 16 kitap yayınladı. Türkü kasetleri yüzbinlerce satıldı. Yüzlerce yerde sahneye çıktı. Söylediği türkülerle insanların gönüllerine girdi. Hamdi Tanses Kırklareli’nde sanede, 1980 Çepniler kimlerdir? Çepniler Oğuzların Üç Oklar Boyunun Gök Han koluna bağlı Türklerdir. Selçuklularla birlikte Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Çepnilerin bir kısmı Karadeniz bölgesine iskân edilmişlerdir. 1515 yılındaki Tahrir defterine göre günümüzdeki Giresun ve civarındaki iller “Vilayet-i Çepni” isimli bir idari bölgeyi gösterir. Hamdi Tanses’in ataları Ünye bölgesine yerleşmişlerdir. Çepni, atılgan, cesur, mert ve savaşçı anlamına gelmektedir. Hamdi Tanses 1946 yılında Ordu ili Ünye ilçesine bağlı eski adı “Kenehor” Türkçesi kendir demektir, yeni adı “Veli Bayraktar” olan bir Çepni köyünde doğdu. O zamanlarda köyde ilkokul yoktu. Okuma yazmayı babasından, çevresindeki okur yazar yaşlılardan öğrendi. İlkokulu dışardan bitirdi. Okuma yazmadan önce destancılardan ağıt yakmasını, türkü çekmesini öğrendi. Köyünde ve evresinde herkes ona “âşık” diye sesleniyordu. Hamdi Tanses Ünye’de, 1960 Uzun kış gecelerinde köyde evlerde bir araya gelen köylüler Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu, Karacaoğlan ve Pir Sultan Abdal’dan öyküler anlatırlar ve türkülerini ve deyişlerini söylerlerdi. Hamdi Tanses bu toplantılara katılır destanları, halk hikâyelerini, meselleri, masalları, manileri dinler ve öğrenirdi. Çocukluğunda öğrendiği destanlar, halk hikâyeleri, aşk hikâyeleri onun ozan kişiliğinin temeli oldu. Hamdi Tanses’in mayası da, çekirdeği de halk türküleriyle, halk edebiyatıyla yoğrulmuştu. Yetenekliydi, meraklıydı, çalışkandı, yurtseverdi. İlk müzik derslerini Ahmet Yamacı ve Kanuni İsmail Hakkı Bey’den aldı. 1968-1973 yıllarında İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’nda icra heyetine katıldı. 1968-1974 yıllarında İstanbul Devlet Mühendislik Okulu’nda okudu ve mezun oldu. 1969-1975 yıllarında sahneye çıktı, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konserler verdi. Anadolu’nun çeşitli yörelerinde halk türküleri derledi. TRT ve İstanbul Belediye Konservatuvarı Arşivi’ne çok sayıda türkü kazandırdı. Ünlü saz yapım ustası Ragıp Akdeniz’in atölyesinde Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Ahmet Yakışan ile birlikte çalıştı. 12 Eylül 1980 öncesi söylediği türküler nedeniyle göz altına alındı. İşkence gördü. Susturmak istediler. Susmadı. Türkiye’yi gözleri arkada kalarak terk etmek zorunda kaldı. 20 Ağustos 1980 Almanya’ya geldi. Almanya’da müzik öğretmenliği ve yazarlığa başladı. Kitaplarını Almanya’da yazdı ve yayınladı. Hamdi Tanses Almanya ve yurtdışındaki Türkçe dersleri için yardımcı müzik kitapları yazdı. Yurtdışındaki öğrencilere halk türkülerini sevdirdi. Almanya’da ve Avrupa’da yetişen genç kuşakların kültürel kimliklerinde barış, kardeşlik, sevgi, dostluk ve Anadolu kültürü konusunda izler bıraktı. Hamdi Tanses ile sanatı, çalışmaları ve hayatı hakkında uzun bir söyleşi yaptım. Bu söyleşinin kısa biçimini facebook sayfamda, tam biçimini web sayfada yayınlıyorum. Teşekkürler az gelir sana Sevgili Hamdi Tanses, ama gene de çok teşekkür ediyorum. Ömrün türküler gibi unutulmaz olsun! Bochum, Kemal Yalçın HAMDİ TANSES İLE SÖYLEŞİ Kemal Yalçın Sizdeki Müzik Merakı ve Serüveni Nasıl Başladı? Hamdi Tanses Çocukluk yıllarımda köyümüzde büyük koyun sürülerini otlatan çobanlardan çok etkilendim. Dağların yamaçlarından ve doruklarından süzülüp gelen kaval sesleri beni büyüleyip doğaya aşık etti. Çobanların söylediği türküler ve çaldığı büyülü kaval sesleriyle türkü söylemeye ilk adımımı attım. Çeşitli olaylar karşısında türküler yakıp söyleyen destancılardan ağıtlar öğrendim ve bu destancılara sesimle ben de katıldım. Çevre köylerden de adımın yavaş yavaş duyulmaya başlaması beni çok mutlu ediyordu. Köyde herkes bana “âşık” diye sesleniyordu. Köy düğünlerine, kına gecelerine ve imecelere davet ediliyordum. Köy halkının geçim kaynağı çiftçilik ve hayvancılıktı. Çocukluk yıllarımda tarlalarda mısır, fasulye ekilirdi. En önemli geçim kaynağı ise fındık üretimiydi. Tarlaların ekilip sürülmesi, yetiştirilip biçilmesi ve fındıkların toplanıp çuvallanması hep imece keşik usulüyle hep birlikte yapılırdı. Bir ağızdan türküler söylenir, masallar ve fıkralar anlatılırdı. Uzun kış gecelerinde evlerde bir araya gelen köylüler Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu, Karacaoğlan ve Pir Sultan Abdal’dan öyküler anlatırlar ve türkülerini ve deyişlerini söylerlerdi. Köyümüzde düğünler yedi gün yedi gece devam ederdi. Davullar zurnalar ve mahalli sanatçılar düğünlerin vazgeçilmezleriydi. Benim çocukluk yıllarımda köyümüzde okul yoktu. Okuma yazmayı köyde, okuma yazma bilen babamdan ve başkalarından öğrendim. On yaşına geldiğimde köye ilkokul açıldı. Dışarıdan ilkokulu bitirdim. Köyden Ünye’ye taşınıp ortaokula başladım. Sene sonunda okulda yapılacak bir gecede türküler, şarkılar söylemek için sesi güzel öğrenciler seçiliyordu, bir arkadaşım beni de tavsiye etti. Sesimi çok beğenen bir öğretmenim, beni müdürün odasına götürdü. Müdür çok beğendi. Gece için arkadaşlarımdan ödünç ceket ve pantolon aldım. Geceye çıkacağım gün müzik öğretmenim yanıma geldi. “Sen bu geceye çıkmıyorsun, çıkamazsın, kıyafetin müsait değil!” dedi. Dünya başıma yıkılmıştı, öğretmene dönüp “Bir gün gelecek öyle bir sanatçı olacağım ki, siz benim karşımda müzikten söz edemeyeceksiniz!” dedim. Yıllar sonra karşılaştığımızda, dili tutulmuştu. Ortaokulun son sınıfında idim. Ünye’de Konak Sineması’nda ünlü sanatçıların katıldığı bir geceye katıldım. Geceye bazı sanatçılar saatinde yetişemeyince, sahnenin boş kalmaması için beni çıkardılar. “İki dağın arası var” adlı uzun havayla başladım. Yer yerinden oynuyordu, birkaç türküden sonra alkışlar içinde sahneden indim. Halkın ilgisi beni büyülemişti. O geceden sonra tanınmaya başladım. En önemli unutamadığım anılardan birisi ise ortaokul yıllarımda, bir kahvenin önünde toplanan insanların ortasında birinin bağlama çalıp türküler söylediğini görür görmez usulca yanına yaklaştım, söylemekte olduğu “Seherde ağlayan bülbül” türküsüne eşlik etmeye başladım. O güzel yürekli insan gözlerimden beni öptü ve “Senden iyi bir ozan olacak,” dedi. O büyük ozan Âşık Veysel idi. Sevincim yere göğe sığmıyordu. Yıllar sonra bir gazetenin hazırladığı İstanbul Açıkhava Tiyatrosu sahnesinde ayni gecede beraber olduk. Elini öper öpmez beni sesimden tanıdı. “Sen Ünye’de beraber türkü söylediğimiz gençsin,” dedi. O zaman halkın ozanı olmanın bir ayrıcalık olduğunu anladım. Siz Kendinizi Çepnili Müzik Sanatçısı Olarak Tarif Ediyorsunuz, Çepni Ne Demektir? Çepnili Olmak Ne Demektir? Çepniler Oğuzkağan Destanına göre, Oğuzların 24’üncü kolundan Üçok boylarındandır. Türkistan ve Horasan’da öbür boylarla birlikte yaşarlarken, Selçuklulara katılırlar ve Anadolu’ya gelirler. Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rol oynarlar. Çepni Türkmenlerinin ağırlıkta olduğu Danişmendiler, Anadolu’nun kuzey bölgesini alıp ilk kez Sivas’ı kendilerine başkent ederler, sonra Niksar’a taşınırlar. Danişmendiler yıkıldıktan sonra Çepniler Ordu Mesudiye’nin Kaleköy merkez olmak üzere Hacıemiroğulları Beyliğini kurarlar. Beylik merkezi daha sonra Ordu ilinin 4 km kuzeyinde bulunan Eskipazar’a Nefs’i Alevi bi ism’i Ordu taşınır. Tam 39 köyü Alevi inancı içinde yaşamaktadır. Bu bölgede bulunan kayalarda Çepni damgaları ve isimleri büyük önem taşımaktadır. Hacı Bektaş Veli bu bölgedeki Çepnilere büyük yardımlarda bulunur. Onları dini konularda aydınlatır. Sağ kolu olan Güvenç Abdal’ı Kürtün’de bulunan Sume Kalesi’nin batısındaki Taşlıca Köyü’ne gönderir. Ordu’nun Gürgentepe ilçesindeki Aleviler hâlâ Güvenç Abdal Ocağına bağlı olarak yaşamaktadırlar. Çepniler Hacı Bektaş Veli müritlerinden olup Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağılırlar. Başta Karadeniz olmak üzere, Anadolu’daki yerleşim alanları oldukça geniştir. Batı Anadolu’da Balıkesir, İzmir, İzmit yöreleri, İç ve Güney Anadolu’da Gaziantep olmak üzere çeşitli köy ve kasabalarda, Karadeniz Bölgesinin Sinop’tan Rize’ye kadar olan yerleri yerleşim alanlarıdır. Bugün hâlâ yaygın olarak Ordu, Ünye, Fatsa, Gürgentepe, Gölköy, Giresun, Görele, Eynesil, Tirebolu, Dereli, Akçabat, Şalpazarı’nda yaşayan Çepniler gelenek, görenek ve kültürlerini sürdürmektedirler. Çepnilerin çoğu Sünnileşmiştir. Alevi Çepnileri daha çok Ordu, Giresun, Balıkesir, Manisa, İzmir, Çanakkale Burdur ve Gaziantep illerinde yerleşiktirler. Çepniler 1240 yılında Baba İshak Türkmenlerinin ayaklanması isyanlarına da katılırlar. Çepnilerden kalabalık bir topluluğun 1279 yılında yaşadığı Sinop’u almaya gelen Trabzon Rum İmparatorunu deniz savaşında yenerler. Samsun üzerinden 1297 yılında da Ünye’yi fethederler ve Trabzon’a kadar akınlar düzenlerler, bu bölgeyi kendi hakimiyeti altına alırlar. Çepnilerin Kültürel Özellikleri Nelerdir? Çepni Türkmenlerinin en büyük geçim kaynağı hayvancılıktır. Daha ziyade sıra dağların yüksek kayaların yamaçlarında yaşarlar. Kış aylarında farklı köylerin mecralarında yaşayıp, ilkbaharda yaylalara göçerler. Benim gençlik yıllarımda yayla yolculuğu yaya olarak uzun ve yorucu ve tehlikeliydi. Buna rağmen, göçün yola koyulduğu gün kutlu bir bayram günü havası estirilirdi. Aileler birbirlerine ya da rastladığı diğer kafilelere “Uğurlar olsun!” dileklerinde bulunurlardı. Davullar, zurnalar eşliğinde yolculuk başlamış olurdu. Çetin ve gergin geçen kış aylarından sonra göç Çepniler için, özellikli besinleri süt ürünlerinin bol olduğu, dostlukların pekiştiği yerdir, yaylalara çıkmak. Yaylaya çıkarken hayvanlar çeşitli nesnelerle süslenir, boyunlarına nazar değmesin diye mavi boncuklar takılırdı. Tüm hayvanların boynunda çanlar sallanırdı. Çanların sesleri kilometrelerce uzaklardan işitilirdi. Günlerce süren yolculuktan sonra yaylada sonbahara kadar konaklanırdı. Koyunlar otlatılır, sütlerinden çökelek, peynir yapılır kış boyunca gerekli yiyeceği hazırlanırdı. Ayrıca kadınlar yufka açar, koyunların yününden örgüler örerdi. Koyun sürülerini otlatan çobanların kaval sesleri yürekleri titretir, büyülerdi. Türkülerin Öykülerini Araştırmaya ve Yazmaya Ne Zaman ve Nasıl Başladınız? 1967 yılında ünlü müzik aletleri yapımcısı Ragıp Akdeniz Usta ile tanıştım. Her gün onun atölyesinde idim ve çok yardımlarını gördüm. Ragıp Usta ve eşi Sevim Hanım benim yolumu aydınlattılar. Bana yıllarca destek oldular. Ragıp Usta’nın atölyesi Kasımpaşa’da idi. O çok ünlenmişti. Dükkânına devamlı Arif Sağ, Orhan Gencebay, Bayram Aracı, Ali Ekber Çiçek, Ahmet Yakışan, TRT saz ve ses sanatçıları ve daha niceleri gelirlerdi. Bu sanatçılardan çok fayda sağladım. Ragıp Usta hemşerimdi. Yörenin türkülerini kabak kemaneyi ve bağlamayı çok iyi icra ediyordu ve türkülerin öykülerini de anlatıyordu. Ordu, Giresun, Tokat ve Samsun yöresinin birçok türküsünün öyküsünü ve yorumunu ondan öğrendim. Bir gün hemşerim olan çok ünlü Oyma Bağlama Ustası Ali Osman Tiryaki’nin atölyesine konuk oldum. Büyük Usta Ruhi Su, bağlamasını ona yaptırırdı. Başka hiçbir kimsenin bağlamasını eline almazdı. Ruhi Su ile tanışmam beni bilinçlendirdi. Ali Osman Tiryaki’nin beni TRT’den Tuncer İnan ile tanıştırdı. Tuncer İnan beni İstanbul Belediye Konservatuarı’na götürdü. Onun sayesinde Konservatuvarın icra heyetine katıldım ve Adnan Ataman’ın öğrencisi oldum. Yıllarca Tuncer İnan, Hamdi Özbay, Zeki Atsız, Şahin Gültekin, Seha Okuş ve birçok değerli sanatçıyla birlikte türküleri icra ettim. Bana büyük emekleri dokunan Tuncer İnan beni türküler ve öykülerini derlemeye yönlendirdi. Onun sayesinde TRT ve Konservatuar arşivlerine yörelerimden derlediğim çok değerli türküler ve öykülerini kazandırdım. İlk Öykülerle Halk Türküleri adlı kitabım 1997 yılında Almanya’da ÖNEL Verlag / ÖNEL Yayınevi’nde yayımlandı Türkiye ve Almanya’da çok büyük ilgi gördü. İkinci Öykülerle Halk Türküleri kitabım 2005 yılında İstanbul’da Say Yayınları’ndan çıktı. Bugüne Kadar Kaç Kitap Yazdınız? BİZE KATIL BİZE, Ortadoğu Verlag TÜRKÜLERİ, ” ” HALK TÜRKÜLERİ, Önel Verlag ATATÜRK’Ü SÖYLER, ” ” BİNBİR ÇİÇEK, ” ” EGE VE AKDENİZ TÜRKÜLERİ……………….Say Yayınları TÜRKÜLERİ…………………………………………………. ” ” DİLİ DEYİŞLER,NEFESLER VE SEMAHLAR ” ” GÜFTE VE BESTELERİYLE HALK TÜRKÜLERİ………………… ” ” SAVAŞI TÜRKÜLERİ………………………………………. ” ” KUŞAĞA HALK TÜRKÜLERİ…………………………. ” ” TÜRKÜLERİ, 1. KİTAP…………………………………………….. ” ” ” ” 2. ” ………………………………………………. ” ” ” ” 3. ”……………………………………………….. ” ” ” ” 4. ” ………………………………………………. ” ” ” ” 5. ”……………………………………………….. ” ” Yayına hazır üç kitap ile tam 19 adet. Bu kitapları ortaya çıkarmamda sevgili eşim Hacer Tanses’in çok büyük katkıları oldu. Ona türküler dolusu sevgiler sunuyorum Hamdi Tanses yazar Fakir baykurt ile birlikte, Mainz, 1996 Fakir Baykurt ile Ne Zaman ve Nasıl Tanıştınız? Fakir Baykurt’un Sizin Sanatçı Olmanızdaki Etkisi Ne Oldu? Fakir Baykurt’un çok yakın dostu olan Ortadoğu Verlag / Ortadoğu Yayınevi’nin sahibi öğretmen Hüseyin Çölgeçen’in yeri benim için çok önem taşımaktadır. Almanya’ya ilk geldiğim yılda tanıdım onu. Biraz bağlama çalar ve Ege türkülerinde zeybekleri çok severdi. Her hafta devamlı evime gelir benden türküler dinlerdi. Benden çok değerli bir bağlamamı istedi. Dut ağacından oyma bağlamamı ona hediye etmiştim. Bir gün bana “Duisburg’ta bir edebiyat gecesi var, gelir misin?” dedi. Gecede Fakir Baykurt, Tahsin Saraç, Orhan Asena ve daha niceleri oradaydı. Salon tıka basa doluydu, 300 kişiden fazla insan vardı. Programın bitişinde salondan hiç kimse ayrılmadı. Sohbetler yapılıyor, anılar anlatılıyor ve sorular soruluyordu. En önemlisi şarkılar, türküler ve gazeller söyleniyordu. Beni ise pek tanıyan yoktu. Topluluğun içinden genç bir işçi ayağa kalkarak söz istedi. “Aramızda çok sevdiğim ve İstanbul’da Gar ve Çakıl gazinolarında dinlediğim Hamdi Tanses var,” dedi. Fakir Baykurt kalkıp yanıma geldi, türkü okumamı istedi. Bana mikrofon getirdiler. “Ben mikrofonsuz okumak istiyorum,” dedim. “Ezo Gelin Barak Havasını” seslendirdim. Yazarlar beni öpüp kucaklamaya başladılar. Birkaç türküden sonra Anadolu’nun her yöresinden türküler yorumladım ve dağıldık. O andan vefatına kadar Fakir Baykurt ile hep beraber olduk. Avrupa’nın birçok yerinde beraber edebiyat ve müzik programlarına katıldık. Fakir Baykurt ile tanışmam benim için türkülerle geleceğe köprüler kurmama ışık tuttu. Özgürlüğe, barışa ve kardeşliğe giden yolumu aydınlattı. Cumhuriyet gazetesinde ve çeşitli yayın organlarında benim için çok değerli yazılar yazdı. Kitaplarımın önsözlerini hazırladı. Bana kol kanat gerdi, beni eleştirenlerle mücadele etti. Sizin Sanat Hayatınıza 12 Eylül 1980 Döneminin Etkisi Oldu mu? 1979 yılında Arif Sağ, Hamdi Özbay, Tuncer İnan, Ferdi Ergüder ve Erdal Şahin’in sazları eşliğinde İstanbul’da, Arif Sağ yönetiminde 16 türkülük bir albüm hazırladık. Bu türkülerin tamamı Ordu, Tokat ve Samsun yörelerinden derlediğim ezgilerdi. Türküler piyasaya çıkar çıkmaz çok beğenildi. TRT’de hatta Bükreş, Sofya radyolarında her gün yayınlanmaya başladı. Ayrıca 1980 yılında yurdun birçok bölgesinde konserler vermeye başladım. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun DİSK açık hava konserlerinde sahne alıyordum. Albümümün satışı 100 bini aşmıştı. 22 Nisan 1980 gecesi evim basıldı, eşyalarım parçalandı kitaplarım toplandı, binlerce kitabın içinden Maksim Gorki’nin Ana adlı kitabını kitabını bahane göstererek beni karakola götürdüler. Derlediğim 200’den fazla türkümün kayıt bantlarını aldılar. Ne olduğu meçhul, hiçbirisini geri alamadım. Tam iki gün iki gece işkence gördüm. Piyasaya çıkan türkülerimi kopyalayıp sattılar. Yüklü paralar kazandılar. Ben yöreyi terk ettim. Nasıl Müzik Yapıyorsunuz? Türküler halkın kitabı, gazetesi, iş ve imecesinin güç kaynağıdır. Çünkü türkülerin içinde yaşanmış olaylar gizlidir. Halk söylemek istediğini ne varsa türküler aracılığıyla söylemiştir. Türküler halkın hamuru, mayası ve gazetesi gibidir. Türküler barışın en önemli öğesi ve insanlar arası ilişkilerin en sağlam köprüsüdür. Özgürlüğün, barışın, hoşgörü ve sevginin en önemli temel taşlarından biri olmuştur günümüze dek. Nice uygarlıklara beşik olmuş, gözesinden Yunus Emreler, Pir Sultan Abdallar, Karacaoğlanlar, Dadaloğoğulları, Âşık Veyseller, Âşık İhsaniler, Âşık Mahzuni Şerifler, mahalli sanatçılar ve daha niceleri çıkmıştır Anadolu’nun bağrından. Benim yaptığım müziğin temelinde bu ulu kişilerin hamuru ve mayası var. Onların açtığı yolu takip ederek, özünü bozmadan evrensel, çağdaş, dünyanın tüm türkülerinin kardeş olduğu, bir ağızdan söylendiği yere taşımaya çalışıyorum. Almanya’ya Nasıl Geldin? Sizin Almanya Maceranız Nasıl Oldu? İki gün iki gece işkence gördükten sonra serbest bırakıldım. Sonra peşimi bırakmadılar, ölüm tehditleri almaya başladım. Bir akşamüstü uzun yıllar bir daha geriye dönmemek üzere Ünye’den ayrıldım ve İstanbul’a gittim. Orada da peşimi Temmuz 1980’de alıp Selimiye’ye götürdüler, birkaç gün sonrada Metris cezaevinde kalabalık bir koğuşa bıraktılar. Koğuşta en az seksen kişi vardı. Elime bir bağlama verdiler. O an içimden gelen “Mahpusun etrafı yüksek duvarlar” uzun havasını söyledim. Askerler ve seksen kişi türküden çok etkilendi, hepsinin gözleri doldu. Metris Askeri Cezaevi’nde ilk günümdü, yanıma bir asker yanaştı. “Ağabey ben seni tanıyorum,” dedi ve gazeteye sarılı bir şey uzattı. “Üzerindeki giysilerin çok kirlenmiş giyersin!” dedi. Almak istemediysem de verdi. Ona zarar gelmesinden korkmuştum, ne dediysem ikna olmadı ve giysileri bana verdi. “Ben Fatsalıyım, sana yardım etmek boynumun borcu,” dedi ve çıkıp gitti. Üstüm başım kir pas içindeydi, bitlenmiştim. Yaşamım boyunca unutamadığım, beni çok etkileyen bir büyük insanlıktı bu. On yedi gün sonra tekrar Selimiye Kışlası’na götürdüler, “Senin bir suçun yok!” diyerek serbest bıraktılar. Birkaç gün sonra Almanya’da çalışan tanıdığım biriyle 18 Ağustos 1980 tarihinde Almanya’nın yolunu tuttum. Gümrükte pasaport kontrolünde “Sen Almanya’ya giremezsin,” dediler. “Ben sanatçıyım,” dedim. Gazete kupürlerini TRT ve diğer belgeleri gösterince izin verdiler. 20 Ağustos 1980 Almanya’ya ayak bastım. Almanya’da yaşamak ilk önce bana çok soğuk geldi. İlk aylarda bunalım geçiriyordum. Herkes sığınma talebi için yabancılar dairelerine gidiyordu. Ben iltica talebinde bulunmak istemedim. Müzik dersleri ve konserler vermeye başladım, düğünlerde sahneler aldım. Pasaporttaki vizem artık sona ermişti. Bochum Ruhr Üniversitesi Müzik Bilimleri Bölümü’ne kayıt oldum ve oturumumu uzattılar. Türkiye’de mi Almanya’da mı Verimli Oluyorsunuz? Neden? Türkiye’deki sanat yaşamımda çok zahmetli çalışmalarım oldu. Türküler derledim, türkülerin öykülerini yazmak için yıllarca dolaştım. TRT, konservatuar ve Kültür Bakanlığı Arşivi’ne çok değerli eserler kazandırmama rağmen, devamlı göz ardında kaldım. Türkiye’de kalsaydım bir tane bile kitap yazamazdım. Uluslararası gecelere çıkamazdım. Almanya benim için çok büyük önem taşımaktadır. 1981 yılında Herten şehrinde Türk Danış görevlisi olan İsmail Kaplan ile tanıştım. Herten’de her yıl yapılan Halk Festivaline 1981 yılında Ruhi Su’yu davet etmişlerdi. Ruhi Su’ya yurtdışına çıkma izni verilmeyince, İsmail Kaplan beni önerdi ve festivale ben çıktım. Programı izleyen en az altmış bin kişi vardı. Beni izleyenler arasında Dortmund Üniversitesi’nden Prof. Martin Geck ile tanışmam ve onunla çalışmam yolumu açtı. Gene Martin Geck’in arkadaşı Prof. İmgart Merk ile beraber çalışmalarımızdan beni kitap yazmaya teşvik etmesi çok önemli oldu. İsmail Kaplan ile beraber iki dilde “Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal” geceleri projelerini hazırladık. Geceler için Kültür Daireleri büyük yardımlarda bulundular ve maddi destek sağladılar. Bu gecelere Almanlar ve Türklerden büyük katılımlar oldu. Almanya’nın birçok eyaletinde bu geceler devam etti. Nasıl Bir Almanya İstiyorsunuz? Hayalinizdeki Almanya Nasıl Olmalı? Bağnazlığa, önyargıya ve her türden tutuculuğa karşı, özgür düşüncenin duygularına sınırlar koymayan bir Almanya istiyorum. Canlı ve inandırıcı bir bilgi kaynağını, hiçbir insanı ayırmadan, kuşaktan kuşağa aktarılan, çağımızın barışçı, kardeşlik ve toplum kuruculuğun önemli bir nüvesinin oluşmasını diliyorum. 1987 yılında Duisburg’ta yazıp bestelediğim “Dost olalım” Duisburg Kültür Dairesi tarafından çıkarılan bir uzunçalarda yer aldı. DOST OLALIM Neden bana öyle sert bakıyorsun Gel arkadaş gel kardaş dost olalım Suçumuz nedir ki konuşmuyorsun Gel arkadaş gel kardaş dost olalım O soğuk bakışlar yakışmaz sana Maden kuyusunda fabrikalarda İnsanca yaşayalım hep bir arada Gel arkadaş gel kardaş dost olalım Bakma saçlarımın siyahlığına Konuşalım beraber otur yanıma Öğret bilmediğim arkadaşı bana Gel arkadaş gel kardaş dost olalım Hamdi Tanses- Kemal Yalçın, Maizn-Bochum, Benzer konular Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir. ORMANCI TÜRKÜSÜ Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya, Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı, Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes' in ortasında, değirmen döner, Değirmenin suları, dağından iner, Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner, Tevfik' in feryatları, yürekler deler, Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes' in suları hoştur içmeye, Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye, Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere, Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı 1-Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili Okutmanı HikayesiMuğla'nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan damlar, öfke seli karışır. Uğursu hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür. Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli'yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar olmadığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar'ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan'a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan'a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar'dan ister. Muhtar -Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda -Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et, der. Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı'ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak'ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı'nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet'in, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak'ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur! Muhtar, Ormancı'nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer. Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik'i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik'i, tahta bir sal üzerinde Muğla devlet hastahanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey'e Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der. Veli Bey -O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa'yı yanına çağırarak -Ben ölüyorum hakkını helal et. der. Mustafa -Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır. Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı'ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister. Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris'te ölür. Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla merkeze yerleşir. Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli'yi tek kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar'ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir'e yerleşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam etmekteler. Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa'ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü ''Ormancıdır.'' Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları, tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir. Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise ''Bay Mustafa" adı ile yer almıştır. Ormancı Mehmet'in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur. Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.* Sabahleyin Çıktım Odun Yoluna - Acıpayam yöresi Sabahleyin çıktım odun yoluna Hiç bakmamışım anam sa?ıma soluma Dolaşık taşlarda koydum ölüme Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşlarda koydum ölümü Issız derelerde sabah olmadı Çağladı kanlarım anam dere olmadı Bir zaman yanıma kimse gelmedi Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşları öldürdü beni Oduna gittim cuma ertesi Mevkiyi sorarsen Dolaşık deresi Anam ne zorumuş çiçek alması Yetiş anam yetiş aldırdın beni Dolaşık taşlarda koydun ölümü Doktorlar savcılar keşfe geldiler Al kanlar içinde beni gördüler Yazık olmuş eyvah gence dediler Yetiş anam yetiş aldırdın beni Doalşık taşları öldürdü beni hikayesi1953 yılının bir ilkbahar sabahında Acıpayam ı Dodurgalar kasabası davul ve zurna sesleriyle şenlenir. şimdi o gün köyde yapılan bir düğünü anlatmaya çalışalım sizlere. Günlerden cumartesidir. Düğün evinde erkenden bir kaynaşma, telaş ve oradan oraya koşuşmalar görülmektedir. Sanki bir bayram sabahıdır. Düğün sahibinin yakın akrabası olan kadınlar evde toplanmış, yemek hazırlığına başlamışlardır. Yakın komşulardan sini tepsi, leğen, kazan gibi kap, kacaklar ödünç olarak toplanmakta çeşmelerden sular yandan ateşler yakılıp yemek kazanları kurulurken, diğer yandan da danalar, oğlaklar, kuzular erkekler tarafından kesilip derileri yüzülmektedir. O gün kazanlar kaynayıp yemekler pişecek ve köy halkı yiyip, içip eğlenecektir. Kazanlar kurulmaya, kuzular oğlaklar kesilmeye dururken şimdi sıra düğün odununa gelmiştir düğün sonrası yakılacak olan odunu getirmek üzere, sabahın erken saatinde delikanlılar, damadın yakın arkadaşları düğün evinde toplanırlar. Düğün odununa giden genç sayısı ile at araba merkep eşek sayısı düğün sahibinin hatırlık derecesine göre değişir. Gençler sevdikleri arkadaşlarının düğün odununa bir eşekle değil, komşulardan da aldıkları eşeklerle katılarak çok odunun getirilmesini isterler. Ayrıca yöre geleneklerine göre, düğün evine getirilecek odunların bir kısmını kız evine göndermek adettir. Gençler hazırlıklarını tamamladıktan sonra odun yolunu tutarlar. Odun dağında türküler söylenip, eğlenilerek odunlar kesilir. Yemekler yenir ve köye hareket edilir. Yolda gelirken damadın arkadaşlarından Ali Dana adındaki genç, bir ara arkadaşlarından ayrılır. Gözüne Dolaşık taş denilen sarp kayanın başındaki sarmaşık çiçekler ilişir. Ali o çiçekleri koparıp düğün bayrağına asmayı ve damata vermeyi düşünür. Kimsenin cesaret edip de çıkmadığı o sarp kayanın başına çıkar, sarmaşık çiçeklerini koparmaya çalışır. Ali in oduncu arkadaşları onun gelmediğini bir an farkederler. Fakat arkadan geleceğini düşünerek yollarına devam ederler. Ali korka korka çıktığı kayanın başındaki sarmaşıklardan bir tutam koparır, ineceği sırada bir güzel sarmaşık daha gözüne ilişir onuda koparayım derken, tutunduğu kayanın kopmasıyla birlikte cansız yere düşerek param parça olur. Arkadaşları odun yüklü eşekleriyle köye varmışlardır. Bir süre sonra Ali nin gelmediği anlaşılınca geriye, odun dağına dönüp onu aramaya koyulurlar. Arkadaşları Ali yi dolaşık taşın dibinde kanlar içinde ölü olarak bulurlar. Bu acıklı haber köye ulaşır ulaşmaz dolaşık taş deresine gelen halk şaşkına döner. Ali nin cesedini pazar günü köye getirirler. Düğün yarıda kalmış bütün köy halkı mateme bürünmüştür. Düğün tamamlanır ama davulsuz zurnasız, eğlentisiz gelin eve getirilir. Bu ölüm olayından birkaç gün sonra, aynı köyden ve düğünde çalgıcılık yapan Aşık Ömer San bir türkü ağıt yakar. Bu ağıt kısa sürede tüm çevreye yayılmış, olayı duymayan ve üzülmeyen kalmamıştır. Türkünün öyküsünü ve sözlerini Mansur Kaynak, Acıpayam ın Dodurgalar kasabasında Aşık Ömer San dan derlemiştir 1975 Bodrum Hakimi İntihar eden Mefaret Hanım'ın öyküsü yarım asırdır filmlere konu oldu, türküsü Bodrum ve Milas yöresinin dilinden düşmedi ama kimse "gerçeği" bilemedi. Bodrum Hakimi, şimdi, Tolga Çandar'ın çıkardığı "Türküleri Egenin 2" albümüne adını verdi. İşte size birden fazla gerçeği olan yaşanmış bir öykü. Bodrumlular erken biçer ekini Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hakimi Türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi Bodrum Hakimi. Tek görev yeri Bodrum değildi elbet, ama Bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... Bu dürüst, gözüpek, "erkek gibi" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. Aslen nereli olduğu önemli değildi, "Bodrum Hakimi" idi o. "Mefaret Tüzün Bodrum Hakimi Tavşanlı 1906 - Bodrum 1954 Türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan Tüzün, 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım, cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün'ün de beklenmedik ölümü, Bodrum'da büyük üzüntü yarattı. Bodrumlular, Hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır". Bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün. Hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. Denediğiniz zaman resmi makamlardan da Bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz "Niye soruyorsunuz? Geçmiş zaman, ne olmuşsa olmuş bitmiş işte, öğrenip de ne yapacaksınız?" Bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor Mefaret Hanım'ın ölüme götüren sırrı. Mefaret Hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan Tolga Çandar, uzun süre bu sırrın izini sürmüş. Ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına. Bunlardan bir tanesine göre, Hakim Hanım Bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. Bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp Turgutreis'in karşısındaki Çatal adalarında tecavüz etmiş. Bundan çok etkilenen Mefaret Hanım da dönüşte kendisini öldürmüş. Anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da Mefaret Hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. Bunlardan biri, "Bodrum Hakimi" filmine de konu olan öykü. Türkan Şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. Ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti, ya da... İkinci yolu seçti Bodrum Hakimi. Şu Bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır Kara haber Mefaret Hanıma pek tez ulaşır Bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise, hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil, Bodrum'un savcısı olduğu yönünde. Ama bu aşkın Mefaret Hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. Karşılıksız değildi aşkı besbelli. Ama herhalde evlenemeyeceklerdi. Ama neden? Savcı evli miydi, ya da önce evlilik vaadettiği Mefaret Hanım'ı sonra terk mi etti... Büyük olasılıkla Bodrumlular pek sevdikleri "hakim hanım"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda, takvimlerinde bile "nişanlısı" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar. Mefaret Hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. Milaslı Türk sanat müziği bestekarı Zeki Duygulu'nun konseri var o gece. Bodrumlular ciple Milas'ın yolunu tutuyor. Mefaret Hanım da aralarında. Ve o gece konserde bir şarkıyı tam üç kez çaldırıyor Uslu dur kadınım çıldırtma beni Ben artık bildiğin o ten değilim Bir başka yağmurla ıslak mendilim Yeter artık ağlatma beni Uslu dur kadınım çıldırtma beni Dökülmüş yaprağım, sararmış güzüm Çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm Bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm Yeter artık ağlatma beni Uslu dur kadınım çıldırtma beni Bu konser Bodrumlular'ın Mefaret Tüzün'ü son görüşü oluyor. Tolga Çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün Bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. O zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. Yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de Bodrum Hakimi'nin türküsü. Hakim Hanım'ın memleketi Kütahya Tavşan Hakim Hanım sen eyledin bizleri perişan Bu Kütahya konusu da ayrı bir muamma. Takvimde de türküde de Mefaret Hanım'ın Tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. Tavşanlı kaymakamıyla konuşan Tolga Çandar Hakim Hanım'ın bir süre Tavşanlı'da görev yaptığını, tıpkı Bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini, giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. Mefaret Tüzün'ün gerçekte Tekirdağlı olduğu sanılıyor. Çandar, kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. Elinde Bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. Hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış, bulamamış, akrabalarına sormuş, öğrenememiş, şimdi Adalet Bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. Bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor. Türkü, Bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama Milaslı radyo sanatçısı Nazmi Yükselen onu TRT repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. İşin ilginç yanı, Tolga Çandar Yunan adası Kos'ta da dinlemiş bu türküyü. Hemen sormuş "bu ne?" diye, "karşıda yaşanmış bir öykü" demişler. Şimdi Tolga Çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor "Bodrum Hakimi"nin öyküsü. Çok sade, tek bir bağlamayla, kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor Nasıl astın Mefaret Hanım ipe de kendini Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini Hekimoğlu derler benim de aslıma Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime Konaklar yaptırdım döşetemedim. Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim Konaklar yaptırdım mermer direkli Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi Çiftlice Muhtarı ****tur ******** Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek Hekimoğlu derler bir ufak uşak Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir. Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır. İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır. Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder. Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler. Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır. Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın > yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle > olur orada. Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında 1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor. 2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya kadar geliyor ve burada ölüyor. Hekimoğlu, tipik bir > örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır. Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de > dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen > in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor. Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı >le özdeşleşmiştir.

karadeniz türküleri ve yaşanmış hikayeleri